Raphaela Lewis de, Osmanlı’nın uzun ömre sahip olmasının ve uzun vadeli
bir hükümranlık sağlamasının sırrını şu üç temele dayandırır: “Osmanlı
Devleti’nin sırrı, mükemmel yetiştirilmiş bir mülkî idareyi, İslâm’ın
kutsal kanunlarına dayandığı için bütün Müslümanların saygısını
kazanacak bir adlî sistemi ve yırtıcı olduğu kadar sâdık ve disiplinli
bir orduyu birleştirmesindedir. Devlet, kuvvetine rağmen karşı koyması
tehlikeli, hatta imkânsız olan eski ve yerleşmiş mahallî geleneklerle
karşı karşıya geldiği vakit çatışmamayı çok iyi biliyordu. Osmanlılar,
fethettikleri ülkelerdeki Hıristiyan halkı kendi haline bırakacak kadar
insanî ve hayal gücü zengin bir idare tarzı güdüyorlardı. Gerçekten de,
birçok bölgede halkın büyük bir kısmı, kendilerini idare eden
Osmanlılardan ırk ve din bakımından çok değişik oldukları halde, baş
kaldırma ve ayaklanmalar çok nadir oluyordu. Savaş zamanı, devletin
âsayişi korumakla görevlendirdiği kuvvetler de tebaanın başında sadece
birkaç idareci bırakarak cepheye gittikleri zaman bile bu gibi
hâdiseler olmuyordu. Mahallî şartların çerçevesi içinde bazı kavimlerin
isyankârlığı hariç, yıllar boyu itaat ve her türlü değişikliğe karşı
koyma geleneğine bağlı olarak yaşamışlardı.”8
İngiltere’nin İstanbul Büyükelçiliğinde Ateşe olarak çalışan
politikacı, yazar ve seyyah Aubrey Herbert, 1900’lü yılların
İstanbul’unda bile özgür atmosferin hâlâ canlılığını koruduğunu şu
takdirkâr ifadelerle dile getirmiştir: “Türkleri ve hükümetlerini
acımasızca tenkit eden bütün İngilizler, İstanbul’da ve Anadolu’da
rahatsız edilmeden hayatlarını sürdürdüler. Belki İngiltere hariç,
Avrupa’nın hiçbir ülkesinde, eleştirilere bu kadar müsamaha edilmez.
İrlanda’da, düşmanlığından şüphe dâhi edilen kişiyi öldürüp
parçalarlar. Fransa, İtalya ve Almanya bütün muhaliflerini sınır dışı
eder. Lakin bugüne kadar, ömür boyu Türkiye aleyhinde bulunmuş olanlar
bile Türkiye’de sükûnet içinde yaşar ve saygı görerek ölürler.”
bir hükümranlık sağlamasının sırrını şu üç temele dayandırır: “Osmanlı
Devleti’nin sırrı, mükemmel yetiştirilmiş bir mülkî idareyi, İslâm’ın
kutsal kanunlarına dayandığı için bütün Müslümanların saygısını
kazanacak bir adlî sistemi ve yırtıcı olduğu kadar sâdık ve disiplinli
bir orduyu birleştirmesindedir. Devlet, kuvvetine rağmen karşı koyması
tehlikeli, hatta imkânsız olan eski ve yerleşmiş mahallî geleneklerle
karşı karşıya geldiği vakit çatışmamayı çok iyi biliyordu. Osmanlılar,
fethettikleri ülkelerdeki Hıristiyan halkı kendi haline bırakacak kadar
insanî ve hayal gücü zengin bir idare tarzı güdüyorlardı. Gerçekten de,
birçok bölgede halkın büyük bir kısmı, kendilerini idare eden
Osmanlılardan ırk ve din bakımından çok değişik oldukları halde, baş
kaldırma ve ayaklanmalar çok nadir oluyordu. Savaş zamanı, devletin
âsayişi korumakla görevlendirdiği kuvvetler de tebaanın başında sadece
birkaç idareci bırakarak cepheye gittikleri zaman bile bu gibi
hâdiseler olmuyordu. Mahallî şartların çerçevesi içinde bazı kavimlerin
isyankârlığı hariç, yıllar boyu itaat ve her türlü değişikliğe karşı
koyma geleneğine bağlı olarak yaşamışlardı.”8
İngiltere’nin İstanbul Büyükelçiliğinde Ateşe olarak çalışan
politikacı, yazar ve seyyah Aubrey Herbert, 1900’lü yılların
İstanbul’unda bile özgür atmosferin hâlâ canlılığını koruduğunu şu
takdirkâr ifadelerle dile getirmiştir: “Türkleri ve hükümetlerini
acımasızca tenkit eden bütün İngilizler, İstanbul’da ve Anadolu’da
rahatsız edilmeden hayatlarını sürdürdüler. Belki İngiltere hariç,
Avrupa’nın hiçbir ülkesinde, eleştirilere bu kadar müsamaha edilmez.
İrlanda’da, düşmanlığından şüphe dâhi edilen kişiyi öldürüp
parçalarlar. Fransa, İtalya ve Almanya bütün muhaliflerini sınır dışı
eder. Lakin bugüne kadar, ömür boyu Türkiye aleyhinde bulunmuş olanlar
bile Türkiye’de sükûnet içinde yaşar ve saygı görerek ölürler.”