Bu sorunun cevabını aramadan önce Hz Peygamberi gerektiği gibi tanımamış olan gelenekçi İslami anlayışa mensup Müslümanların Hz Peygamber hakkındaki aşırılıklarına kısaca deyinmekte fayda vardır. Bilindiği gibi, her şeyde olduğu gibi sevginin de bir ölçüsü ve bir sınırı olmalıdır. Yoksa seven insan sevdiği insanı putlaştırır ve ona olan sevgisini tapınma derecesine bile vardırabilir. Tapınmaya kadar varan aşırı sevginin tarihte örnekleri çoktur. Tarihte kendisine duyulan sevgi yüzünden putlaştırılan ve putları dikilen bir çok insan vardır. Bu anlattıklarımıza Hz İsa’yı Hrıstıyanların, Hz Ali’yi Gulat-ı Şia’nın putlaştırmalarını örnek olarak gösterebiliriz. Hz Peygamber Müslümanların bu duruma düşmelerini önlemek için sahabeleri bir çok defa uyarmıştır. Zaten Peygamberin eğitiminden geçmiş olan sahabeler hem peygambere saygı duyuyor, hem de dünyevi konularda peygamberin görüşüne zıt fikir beyan edebiliyordu. Mesela; Bedir savaşında ordunun konaklayacağı yer hususunda peygamberin içtihadını beğenmeyerek kendi içtihadını söyleyen sahabeyi ve Uhud savaşında, müşrikleri şehrin içinde karşılayalım diyen peygambere şehrin dışında karşılayalım diyen gençleri buna örnek gösterebiliriz. Bu örneklerden sahabenin peygambere olan sevgilerinin, O’nun yaptığı hiçbir şeyi eleştirmeden, O’nu adeta putlaştırmaya götüren bir sevgi olmadığını anlıyoruz. Ne var ki, bütün bu gerçeklere rağmen gelenekçi kesimin büyük bir çoğunluğu Hz Peygambere efsanevi bir kişilik kazandırmışlardır. Gelenekçi kesimden bazıları, O’nun sözlerinin tamamını vahy olarak değerlendirmişlerdir. Aynı kesim sahih-uydurma karışımı hadislerden oluşan hadis kitaplarında geçen her rivayeti, peygamberin kelime kelime söylediği sözleri gibi görmektedirler. Bu kesimler devamlı konuşan, çelişkili konuşan, kendisinden sonra ortaya çıkacak olan fikri ve siyasi olayları konuşan, yüz sene sonrasının sosyal olaylarını konuşan ve israiliyat ve mesihiyattan geçen hikayeleri konuşan bir peygambere inanmışlardır ki bu anlayış tamamen yanlıştır. Yüzyıllardan beri süregelen bu yanlış peygamber anlayışı sonucunda, Hırka-i Şerife gösterdiği ilki, alaka ve saygıyı; peygamberin tebliğ ettiği Allah’ın kitabına göstermeyen Müslüman tipler ortaya çıkmıştır.
Şimdi bu kısa hatırlatmadan sonra Sünnet vahy midir? Değil midir? sorusuna cevap bulmaya çalışalım. İslam alimleri arasında bu konuda birbirine tamamen zıt iki farklı görüş vardır. Bu görüşler şunlardır.
1. Görüş: Sünnette Kur’an gibi vahydir diyenler; ki bu görüşte olanlara . İbn-i Hazm ve İbn-i Hibban’ı örnek olarak gösterebiliriz. Konunun ayrıntılarına girmemekle birlikte, bu görüşte olanların en önemli delili olarak “O hevadan konuşmaz” “O’nun konuştukları vahydir.“ ayetini gösterebiliriz.
2. Görüş: Sünnet Hz Peygamberin içtihadlarıdır. Yani sünnetin hiçbir kısmı vahy değildir. “Peygamberin söylemiş olduğu her söz ve yapmış olduğu her amel O’nun içtihadıdır” diyerek bu görüşü savunanlara Pakistan’lı alimlerden Seyyid Ahmet Han ve Ahmet Perviz’i, Mısır’lı alimlerdense Mahmut Ebu Reyye ve Tevfik Sıdkı’yı örnek olarak gösterebiliriz.
Biz yukarıdaki her iki görüşe de tam olarak katılamıyoruz. Sünnetin tamamının vahy mahsulü olduğunu kabul edemeyiz. Çünkü, bu şekildeki bir iddia, peygamberin uyarıldığını iddia eden Kur’an ayetlerine zıttır. Hem Hz Peygamberin çeşitli konularda içtihatlarının bulunduğu da inkar edilemez bir gerçektir. O’nun içtihatlarının olması ve bu içtihatların sahabe tarafından eleştirilmesi O’nun her söylediğinin vahy olmadığının apaçık ispatıdır. Ancak Sünnetin bütünü vahy olmamakla birlikte, O’nun bir kısmının vahy olduğu muhakkaktır. Özellikle Kur’an-ı Kerim’deki temel esasları açıklayan ve peygamberin peygamberlik yönüyle alakalı olan sünnetin içtihat olması mümkün değildir. Mesela; namazın günde kaç defa ve nasıl kılınacağının peygamberin şahsi içtihadıyla olması mümkün değildir. Zaten Bedir savaşındaki ordunun yerini beğenmeyen sahabede itirazından önce peygamberin yer seçiminin kendi içtihadıyla mı yoksa vahyle mi olduğunu sormuştur. Buda sahabe döneminde; peygamberin bir insan olarak davranışları olduğu gibi, yine Kur’an’daki emir ve yasakları açıklayacak bir yetkisinin de olduğunun bilindiğini gösterir. Hz Peygamber’in özelikle ibadetlerle alakalı konularda yaptığı bu açıklamaların vahyle bildirildiği ve bağlayıcı olduğu ortadadır. Sonuç olarak; Peygamberin akılla kavranılması mümkün olmayan konulardaki görüşleri vahy, akılla kavranılması mümkün olan görüşleriyse içtihat kabul edilebilir.
Peygamberin akılla kavranılamayan görüşlerini içeren rivayetleri birbirleriyle tutarlılığına ve senetlerine bakarak uzmanlar tarafından değerlendirilmelidir. Aksi halde, hepside vahyle geldiği iddia edilen ve farklı hiziplerce delil olarak kullanılan ve akılla da değerlendirilemeyen bir çok rivayetle karşı karşıya kalırız. Bu duruma düşmemenin ilk şartı; peygamberden geldiği iddia edilen hadislerle sade halkı birebir muhatap etmemeye çalışmaktır.
Şimdi bu kısa hatırlatmadan sonra Sünnet vahy midir? Değil midir? sorusuna cevap bulmaya çalışalım. İslam alimleri arasında bu konuda birbirine tamamen zıt iki farklı görüş vardır. Bu görüşler şunlardır.
1. Görüş: Sünnette Kur’an gibi vahydir diyenler; ki bu görüşte olanlara . İbn-i Hazm ve İbn-i Hibban’ı örnek olarak gösterebiliriz. Konunun ayrıntılarına girmemekle birlikte, bu görüşte olanların en önemli delili olarak “O hevadan konuşmaz” “O’nun konuştukları vahydir.“ ayetini gösterebiliriz.
2. Görüş: Sünnet Hz Peygamberin içtihadlarıdır. Yani sünnetin hiçbir kısmı vahy değildir. “Peygamberin söylemiş olduğu her söz ve yapmış olduğu her amel O’nun içtihadıdır” diyerek bu görüşü savunanlara Pakistan’lı alimlerden Seyyid Ahmet Han ve Ahmet Perviz’i, Mısır’lı alimlerdense Mahmut Ebu Reyye ve Tevfik Sıdkı’yı örnek olarak gösterebiliriz.
Biz yukarıdaki her iki görüşe de tam olarak katılamıyoruz. Sünnetin tamamının vahy mahsulü olduğunu kabul edemeyiz. Çünkü, bu şekildeki bir iddia, peygamberin uyarıldığını iddia eden Kur’an ayetlerine zıttır. Hem Hz Peygamberin çeşitli konularda içtihatlarının bulunduğu da inkar edilemez bir gerçektir. O’nun içtihatlarının olması ve bu içtihatların sahabe tarafından eleştirilmesi O’nun her söylediğinin vahy olmadığının apaçık ispatıdır. Ancak Sünnetin bütünü vahy olmamakla birlikte, O’nun bir kısmının vahy olduğu muhakkaktır. Özellikle Kur’an-ı Kerim’deki temel esasları açıklayan ve peygamberin peygamberlik yönüyle alakalı olan sünnetin içtihat olması mümkün değildir. Mesela; namazın günde kaç defa ve nasıl kılınacağının peygamberin şahsi içtihadıyla olması mümkün değildir. Zaten Bedir savaşındaki ordunun yerini beğenmeyen sahabede itirazından önce peygamberin yer seçiminin kendi içtihadıyla mı yoksa vahyle mi olduğunu sormuştur. Buda sahabe döneminde; peygamberin bir insan olarak davranışları olduğu gibi, yine Kur’an’daki emir ve yasakları açıklayacak bir yetkisinin de olduğunun bilindiğini gösterir. Hz Peygamber’in özelikle ibadetlerle alakalı konularda yaptığı bu açıklamaların vahyle bildirildiği ve bağlayıcı olduğu ortadadır. Sonuç olarak; Peygamberin akılla kavranılması mümkün olmayan konulardaki görüşleri vahy, akılla kavranılması mümkün olan görüşleriyse içtihat kabul edilebilir.
Peygamberin akılla kavranılamayan görüşlerini içeren rivayetleri birbirleriyle tutarlılığına ve senetlerine bakarak uzmanlar tarafından değerlendirilmelidir. Aksi halde, hepside vahyle geldiği iddia edilen ve farklı hiziplerce delil olarak kullanılan ve akılla da değerlendirilemeyen bir çok rivayetle karşı karşıya kalırız. Bu duruma düşmemenin ilk şartı; peygamberden geldiği iddia edilen hadislerle sade halkı birebir muhatap etmemeye çalışmaktır.